DEDE BALIKLARI

Balıkesir ili Pamukçu köyünde ki Balıklar Efsanesi, çok eski tarihlere dayanmaktadır. Dede balıklarının köye ne zaman geldiklerini, kimin getirdiğini köyün en yaşlısı bile bilmez. Köylülerden edinilen bilgilere göre Pamukçu köyüne 15 dakika uzaklıkta "Akpınar" denilen mesire yerinde topraktan kaynayan suların meydana getirdiği küçük bir su birikintisinde boyları 20-30 cm kadar olan siyahlı-beyazlı balıklar varmış. Bu balıklar daha sonra Akpınar'dan yerin altından su yolu bularak köyün ortasındaki pınarda görülmüşler. Bundan sonra Dede Balıkları ölünceye kadar köyün ortasındaki pınarda yaşamışlardır.

Balıkların ne zaman, nereden geldiğini Pamukçulu 71 yaşındaki Hüseyin Köse Dayı şöyle anlatır. :

"Dede Balıklarının ne zaman geldiklerini hiç kimse bilmez. Bu balıklar Akpınar'ın suyundan doğmuştur. Dede balığı denmesinin sebebi; bu balıkların İstiklâl Harbine katılması ve harpten yaralı olarak dönmesindedir. Halk, balıkların yaralı dönmesinden sonra onlara karşı hem bağlılık, hem saygı, hem de onları kutlu balık saymıştır. Onun için bu ismi vermişlerdir. Balıklar pınardan su alan köylülerden hiç korkmazlar hatta onların ellerine dokunurlardı. Pınarın suyunu hem içer; hem yemeklerimize koyardık ve su balık kokmazdı."

Dede Balıklarının Harbe gidip yaralı döndükleri hakkındaki soruyu 75 yaşındaki Hacı Yakup Ergün şöyle cevaplar.: "Balıklı Pınarındaki balıklar, Balkan Harbi patlak verdiğinde Pınar'dan kayboldular. O zamanlar balıkların nereye gittiklerini hiç kimse anlayamadı. Balkan Harbi bittiği zaman bir sabah gördük ki balıklar pınara gelmişler. Emme çok sevindik. Bir de ne görelim; Balıkların çoğu yaralı, sırtlarında bıçak izleri, suyun içinde oldukları halde yaralarında kurumuş kanlar vardı. Bazılarının kuyrukları yamulmuştu. Yaralar bir sene zarfında iyileşti. Aradan bir müddet geçtikten sonra bu defa Seferberlik çıktı. Seferberlikte de balıklar yine pınardan kayboldular. Bu defa onların nereye gittiklerini biliyorduk. Balıklar, askerler gibi harbe gitmişlerdi. Seferberlik bittikten sonra balıklar pınara döndüler. Aradan yıllar geçti. Yunan Harbi çıktı. Balıklar gene ortadan kayboldular. Yunan Harbi bitince eskisi gibi pınara yaralı bereli döndüler. Bu balıklar uğurumuzdu. Halk balıklara zarar verilmesini istemiyordu. Yabancıların bilmeden tutmamaları için ellerinden geleni yapıyorlardı."

Balıkların uğruna ilişkin soruyu 56 yaşındaki Mustafa Özoğlu adındaki başka bir köylüde şöyle cevaplar: "Balıklar köyümüzde yaşarken toprağın bereketi şimdikinden daha fazlaydı. Yağmurlar vaktinde yağar, ekinler vaktinde biterdi. Köyümüzün mahsulünün fazla olmamasının sebebi balıkların olmadığından mıdır, yoksa Allah'a karşı ödevlerimizi iyi yapmadığımızdan mıdır orasını gari Allah bilir."

Balıkların neden öldüğünü 65 yaşındaki Şuayip Yılmaz Dayı şöyle anlatır:

"Yunan Harbi'nde Yunanlı Subayın bir köydeki Balıklı Pınardan su içerken Dede Balıklarından bir kaçını yakalayıp pişirmeye kalkmış. Subay, balığın bir yanını kızartmış, öbür yanını kızartmak için çevirirken balıklar tavadan kaybolmuş. Bu durumu gözleri ile gören subay aklını kaçırmış." Yine Şuayip Yılmaz şunları anlattı: " Köye gezmeye gelen iki yabancı pınardaki balıkları kimsenin ortalıkta olmadığı bir zamanda tutmaya çalışmışlar ancak Dokuz tanesini yakalayabilmişler. Köyün hocası sabah ezanını okumak için camiye doğru gelirken pınarın suyunun bulanık olduğunu fark etmiş. O sırada balıkları tutanlar Balıkesir'in yolu üzerinde oldukları halde Balıkesir yolunu bulamamışlar şaşırmışlar. Erkenden kahveyi açan kahveci Şerif'e Balıkesir yolunu sormuşlar. Kahveci ellerindekinin ne olduğunu sormuş onların kahvesine çay içmeye çağırmış. Yabancılar çaylarını içerken bu balıkları nasıl yakaladıklarını sorar. Onlardan binbir güçlükle ancak 9 tanesini tutabildiklerini; bunları taşa vura vura güç ile öldürdüklerini söylemişler. Ama yakaladıkları yeri söylememişler. Kahveci onlara Balıkesir yolunu göstermiş. Yabancılar yola çıkmışlar. Artlarından pınardan abdest alan Hoca, kahveci Şerif'e pınarın bulanık olduğunu söylemiş. Kahveci Şerif de hocaya olanları anlatmış ve derhal yabancıların peşlerinden koşup yaka paça yakalayıp köye getirmişler. Balıkları nereden nasıl tuttukları sorusu üzerine: "Birimiz gözcülük ettik, diğerimiz tuttu. " deyince yabancıları saplıkla dövdüler. Bağrışları duyan halk olayı öğrenince yabancıları etrafı yüksekçe bir yere koyup bir daha güzelce dövdüler, akşama kadar da onları orada beklettiler. Sonra muhtar balıkları alarak bana (Şuayip Yılmaz' a) verdi. Bende dokuzunu kefenledim, hoca okudu ve köyün mezarlığına gömdük."

Mehmet Özen şunları anlatır:

"Köyün, Balıklı Pınar'dan başka içecek suyu olmadığı için Doktor Kemal Yalçın köye temiz ve fenni su kazandırmak için Balıklı Pınar'ın olduğu yere çeşme yapılması için teşebbüse geçti. 1957 yılında Balıklı Pınar'ın yanında geride kalan balıklara zarar gelmesin diye bir kuyu kazılmış ve balıklar bu kuyuya konmuştur. Balıklar yeni yerlerini beğenmemişler, kuyunun suları tekrar eski yerine kaçıp orada birikmiş, susuz kalan balıkların hepsi ölmüş. Köylüler çok fazla üzülmüşler, onları kefenleyerek mezara gömmüşler."

Bu olaydan sonra köy yedi gün yedi gece sarsılmış sanki zelzele oluyor gibi topraklar çatlamış. Bu olayın sebebinin köylüler balıkların ölmelerine bağlamaktadırlar.

70 yaşındaki Mehmet Deniz şunları söyler:

"Eskiden beri köyümüzde Balıklı Pınarında mevcut olan balıklar hakkında bir çok efsaneler söylenir bu söylentiler doğrudur. Bir çok delillerin bugün hâlâ ortadadır."

72 yaşındaki Tevfik Güngörmüş de şunları söyler:

"Gelecek neslin Balıklara dokunmaması için balıkların pişmediği, pişerken kaybolduğu ve pişirenin aklını kaçırdığı söylentisi ağızlarda dolanır.

Bugün Balıklı Pınar'a balık yavruları koymuşlarsa da balıklar yaşamamaktadır."

http://www.ayakizi.web.tr/index.php sitesinden alıntıdır.

 

YUNUS PEYGAMBER

Kalem Suresin'de anlatılan Yunus'un Hikayesi; bütün ümidlerin kesildiği, karanlığın hakim olduğu, yolların tıkandığı bir zamanda Allah'ın kudretini insanlığa göstermek için verilmiş güzel bir örnektir.Yüce Allah Yunus Peygamber'i Ninova isimli kente göndermişti. Bu şehrin insanları Yunus Peygamber'in davetini kabul etmediler. Yunus Peygamber bu kabul etmeyişi karşısında onlara kızarak şehirden ayrıldı. Şehirden ayrılmadan önce onları Allah'ın azabı ile korkutup Peygamberlik mucizelerinden bazılarını göstermişti. Ninova halkı Yunus Peygamber gidince yaptıkları hatayı anladılar. Allah'ın azabından kurtulmak için Yüce Allah'a yalvardılar. Böylece Allah onları affetti. Bu konuda Allah şöyle buyurdu: -Keşke azabı gördükten sonra inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı. Yalnız Yunus'un milleti azap kendilerine gelmeden önce imana gelince dünyada rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık. Yunus Peygamber Allah'tan bir izin almadan şehirden uzaklaşmıştı. Gidip bir gemiye binmişti. Fakat Allah'ın hikmeti gereği gemi batma tehlikesi geçirdi. Gemidekiler, içimizde tanımadığımız birisi var onun yüzünden gemimiz batıyor deyip bu yabancıyı tayin etmek için kura çektiler. Yine Allah'ın takdiri gereği kur'a Yunus Peygamber'e çıkmıştı. Fakat onu denize atmak istemiyorlardı. Yine kur'a çektiler, yine Yunus çıkmıştı. Bir daha çektiler, yine Yunus.. Hep O çıkıyordu. Bunun üzerine Yunus Peygamber kalktı, elbisesini çıkarıp denize atlatıverdi. Yüce Allah, onun üzerine bir balık gönderdi. Bu balık Yunus Peygamberi yutuverdi. Allah, balığa Yunus'un vucuduna birşey olmaması için emretmişti. Yunus Peygamber balığın karnındaydı. Tam bir karanlıktı. Kurtuluş çok uzaktaydı. Allah'ın belirlediği süre kadar orada karanlıklar içinde kaldı. Sonra Allah karanlıkları dağıtan rahmet müjdesini indirdi. Yüce Allah bunu bize şöyle anlatıyor: "Balık sahibi Yunus'u hatırla. Hani o, dinini kabul etmeyen millete öfkelenerek gitmişti de kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. derken yutulduğu nalığın karnında karanlıklar içinde Rabbim, senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. gerçekten ben sana haksızlık edenlerden oldum, diye dua etmişti. Biz de duasını kabul ettik. Kendisini kederlerden kurtardık. İşte biz müslümanları böyle kurtarırız." Böylece Yunus Peygamber tövbe ile kurtuluşa ermiş, karanlıklardan yeniden ilahi aydınlığa kavuşmuştu."  

BALIK TANRILARI

Denizler tanrısı Neptün, balık burcunu yönetir. Neptün, yaratıcılığı ile dokunduğu her şeyi güzelleştirir. Duygusal ve idealisttir. Ama aynı zamanda dikkatsiz ve yapmacık da olabilir.

AŞK TANRISI CUPİDO

Babilliler Balık burcuna “kuyruklar” anlamında olan, “kun” derlerdi. Bu isim, Tanrıça Anunitum ve Simmah’ın yönettiği, Tigris ve Euphrates nehirlerde yaşayan iki balığın kuyruğuyla ilişkilendirilmişti.

Aşk Tanrısı Cupido, yaramaz bir çocuk edasıyla, olmadık kişileri birbirine aşık eden tılsımlı okuyla dolaşır.

Yunan mitolojisinin Aşk Tanrıları Aphrodite ve Eros’un maceraları, Roma mitlerinde Venüs ve Cupido etrafında döner. Venüs Aşk Tanrıçası’dır. Tüm yaşayan canlıların içinde sevgi kıvılcımları açarak, birbirlerine aşık olmalarını sağlar, aynı zamanda insanlara sevgisiyle yaşam gücü aşılar. Oğlu Cupido, görgüsüzlüğü ile tanınan kaba Tanrı Vulkan’dan olan çocuğudur. Cupido, tabiattaki elementleri kullanarak yaşamı daha iyi şekle sokmak ve geliştirmekle uğraşır.

Cupido ve Venüs, dünya için hemen hemen aynı görevi üstlenmişlerdir: Yaşamı canlandırmak ve tüm canlıların hayata bağlılıklarını artırmak. Cupido, neşeli ve çocuksu tabiatıyla insanlara ve ölümsüz tanrılara aşk virüsünü aşılar ve bunu bir oyun olarak algılar. Cupido, bütün gün aşkı aşılamak için, ucunda ateş yaktığı tılsımlı ok ve yayıyla dolaşır. Bazen öyle kimseleri birbirine aşık eder ki, ortalık birdenbire karışır; bu oku fırlattığı kişiler büyük bir tutkuyla aşk ateşini içlerinde hissetmeye başlarlardı. 

Bir gün, Venüs ve Cupido, birlikte dolaşırlarken, kızgın Tanrı Typhon ile karşılaşırlar. Ondan kaçmak için kendilerini hemen balığa dönüştürürler. Ve anne, oğul zıt yönlere doğru yüzerek kaçmaya başlarlar.

Tanrı Zeus bu mitin hatırlanması için o anda yükselen yıldızlara Balık takımyıldızı adını takar. Tanrılar anne ve oğlun bir daha birbirinden ayrılmaması için, balıkların kuyruklarını bağlarlar.

Venüs ve Cupido’nun karakterleri ve yaşam şeklinden dolayı Balık burcunda doğanlar bu mitle özleştirilmiştir.

Balıklar, yaratıcıdırlar, yaşamlarını sevgiye adayabilirler, çoğunlukla gizleseler de, ihtiraslı bir cinsel yaşamları olduğu bilinir. Aynı zamanda başları sıkıştığında, Cupido ve Venüs gibi sadece kendilerini düşünüp kaçabilirler.

 

YUNUS BALIĞI SIRTINDAKİ ÇOCUK

 

Olay Muğla iline bağlı Milas'ın limanı Güllük'te bilinmeyen bir zamanda geçer.Yöre balıkçılığıyla ünlüdür.Hermiyas güzel,sevilen bir çocuktur. Sadece anası vardır.Güllük'ün çocukları denize oynamaya gideceklerdir.Hermiyas'ı da çağırırlar;anası önce izin vermez.Çocuklar baskı yapınca,ana,denize açılmamak koşuluyla izin verir.Olayın bundan sonrası şöyle gelişir:

Hermiyas,"olur ana!" deyip fırladı arkadaşların ardından.Az sonra Ege'nin tuzlu suları çocuk sesleriyle doldu.

 Bir süre,uzun bir süre sesler kesildi kıyıda.Ege'nin hafif dalgalarının çıkardığı sesten başka birşey duyulmaz oldu.Derken,o şen,o canlı çocuk sesleriyle yeniden doldu kıyı.Ama aralarında Hermiyas yoktu.
Kara haber bir anda yayıldı Güllük'te."Güllük'ün en güzel çocuğu Hermiyas'ı aldı Ege!" diye...
Bundan sonrasını şöyle anlatır eskiler:
Hermiyas'ın Ege'nin köpüklü dalgalarıarasında kaldığı duyulur duyulmaz,herkes deniz kıyısuna koşmuş.Güllük'ün en usta kayıkçıları,en usta balıkçıları ve en usta dalıcılarıaramışlar dalgalar arasında Hermiyas'ı.Aramışlar...Ama yok.Güllük'ün en güzel çocuğu Hermiyas yok. Anası dövünmüş,bağrına taşlar basmış.Deniz kıyısından ayrılmaz olmuş."Dalgalar Hermiyas'ı deniz kıyısına atarda hiç değilse parmağının ucunu görürüm bir kez daha!"diye.Balıkçılar her sabah balığa çıkınca,Ege'nin dalgalarına bakar dururlarmış."Belki Hermiyas'ı buluruz!" diye.Ağlarını suya attıkları zaman,yürekleri titrermiş."Belki Hermiyas da balıklarla birlikte gelir!" diye.
Ama yok.Güllük'ün en güzel çocuğu Hermiyas yok!
Günler geçmiş aradan.
Günlerden bir gün ,bir balıkçı,kayığını çeker çekmez,koşmuş Güllük'ün içine.Bir yandan bağrıyormuş:"Gördüm!Gördüm!" diye."Ne gördün?"demişler.Balıkçı:"Gördüm!Gördüm!" der dururmuş.Bir süre sonra kendine gelmiş.O zaman "Anlat." demişler."Hermiyas'ı gördüm.GÜllük'ün en güzel çocuğu Hermiyas'ı"."Düş olmasın seninki?" demişler.Balıkçı:"Düş olur mu hiç?"demiş."Gördüm diyorum size,şu gözlerimle gördüm.Bir yunus balığının sırtındaydı"."Attın işte.Balık taşır mı insanı sırtında?"."Yalanım varsa,Ege beni de alsın."diye devam etmiş balıkçı."O, koca bir yunus balığının sırtındaydı.Bir eliyle tutunmuştu ona,bir eliyle de selam verdi.Balık dalıp çıktıkça sulara,o da dalıp çıkıyordu.Ak köpükler çıkarıyordu balık.Hermiyas,o ak köpükler içinde kalıyordu."Bunları anlatmış balıkçı ama kimse inanmamış.
"Peki,niye kurtarmadın onu?Niye alıp gelmedin?" demişler.Balıkçı:"Şunlara bak." demiş."Nasıl alıp gelirdim?Mutlu görünüyordu Hermiyas.Üstelik de ben yaklaşmaya kalmadan dalıyordu yunus.Ege'nin ak köpüklerini bilmez misiniz?"
Güllüklüler,balıkçıya inanmamışlar ya,içlerine bir kuşku düşmüş."Kim bilir,belki anlattıkları doğrudur!"diye...O günden sonra "Ege'ye açılanlar,hep,o yunus balığını,balığın sırtındaki çocuğu arar olmuşlar.Ak köpüklü bir dalga gördüler mi yürekleri ağızlarına gelirmiş."Belki de Hermiyas'tır bu" diye...
Aradan yine geçmiş günler...Bir sabah,daha gün doğmadan,yine bir haber yayılmış Güllük'e,"Hermiyas bulunmuş" diye. "Bulunmuş... ama..." diyorlarmış da, gerisini söylemiyorlarmış. Bunu duyan Güllüklüler koşmuşlar kıyıya. Bir de bakmışlar ki ne görsünler? Güllük'ün en güzel çocuğu Hermiyas, kumlarda yatar sessiz soluksuz. Ve bir de balık, o da yatar oracıkta. Anlamışlar ki balıkçının anlattığı balık bu.
İçlerinden yaşlı biri, "Güllüklüler, beni iyi dinleyin! Şu gördüğünüz olay üzerine düşünün biraz. Dostluk işte budur'"Onun bu söylediklerinden birşey anlamamışlar. "Hele anlat." demişler,"Ne demek istiyorsun?"
Bunun üzerine yaşlı adam demiş ki : "Hermiyas'la bu yunus balığının dostluğunu görüyor musunuz? Denize bırakmamış onu, getirip kıyıya bırakmış.""Ama o da ölmüş?" demişler. Yaşlı adam : "Öyle, o da ölü! Dostunu kıyıya çıkarmış, ama kendi de dayanamamış buna, birlikte olmak dilemiş" Bunun üzerine işi anlayan Güllüklüler, aralarında para toplamışlar, yunus balığı ile Hermiyas'ın yontusunu yaptırmışlar, getirip jimnazyumun bahçesine dikmişler. "Dostluğun simgesi olsun" diye.
Derler ki: "Şimdi Efes Müzesi'ndeki yunus balığı sırtındaki çocuk yontusu, işte bu yontudur."

http://ilknuryan.azbuz.com/index.jsp? sitesinden alıntıdır.

 

JAPONLARIN ZEKASI

 Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir, ama Japon sahillerinde çok çok balık tutma olanağı yoktur. Balıkçılar halkı doyurabilmek için daha büyük tekneler yapıp daha uzaklara gitmeye çalışmışlardır.uzaklara gidildikçe dönmeside zor olmuştur.daha uzun sürmüştür.Dönüş ne kadar uzun sürerse balıkların tazeliği de bozulmuş olur.Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi çözebilmek için balıkçılar
teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardı r.Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.
Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı .
Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta birbirlerine çarpa çarpa birazda aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.
Balıkçılar nasıl olacakta Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi?
Japonlar balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar sonderece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.

CANLANAN BALIK EFSANESİ


   Sultan 2.Mehmet'in Bizans'ı kuşattığı günlerde bir papaz göl kıyısında balık kızartıyomuş.O sırada yanına gelen biri,Osmanlıların şehre girmek üzere olduklarını söylemiş.Papaz böyle bir şeye hiç ihtimal vermediği için demiş ki:
"Türkle hiç bir zaman kutsal şehre ayak basamazlar.Buna inanmam için bir tarafı kızarmış tavadaki balıkların canlanarak suya atlamaları lazım.Türklerin şehre girmesi,bu kadar imkansızdır.
Demesiyle birlikte yağda bir tarafı kızarmış yedi tane balık bir bir canlanıp patır patır göle atlamış.Güya o yarı kızarmış balıklar hala gölün içinde imiş.Rumlar İstanbul'u geri alıncaya gölde yaşayacaklar,şehir tekrar Rumlar tarafından alınınca bir papaz balıkları gölden çıkaracak ve öbür taraflarını da kızartacakmış.

BALIKLI PINAR

Çok eski zamanlarda yaşlı bir kan koca varmış, bunlar kendi hallerinde geçinip giden iyi insanlarmış. Bîr gün kadın, sabah ezanı okunurken bahçedeki kavak ağacının secdeye vardığını görmüş. Bunu o gün kocasına söylemiş fakat kocası inanmamış. Kadın, ’sana da gösteririm/ demiş. Bir gün sabah erkenden kadın ekmek pişirirken ezan okunmaya başlamış. Kocasına dönüp ocak­taki ekmeğe bakmasını ve kendisinin de eşarbını kavak ağacı secdeye varınca, en uç dalına bağlayıp geleceğini söylemiş ve bahçeye çıkmış. Kavak ağacı secdeye vardığında eşarbını en uç dala bağlamış ve eve girmiş. Bir de ne görsün! Ocakta pişmekte olan ekmek yanmış. Kocasına dönüp, eşarbı kavağın en uç dalına secdeye vardığında bağladığını söylemiş ama kendisinin ekmeğe niye bakmadığını sormuş. Kocası da: ‘Ben de Akdeniz’de düş­manlar tarafından kuşatılan Türk donanmasına yardıma gittim. Birkaç düşman Öldürdüm, geldim’ demiş. Fakat bu sefer de kadın inanmamış, fakat tam bu anda adamın elbisesinin altında bir şey zıplamaya başlamış. Adam da, ‘Bak demiş, orada denize düşmüş­tüm, bu balık da elbisemin içine girmiş,’ deyip koynundan balığı çıkarmış ve o balığı getirip bu pınara salmışlar ve böylece pınarda bu balıklar çoğalmış gitmiş. Halen kasabamızda bu kan kocanın türbesi vardır.

 

ILICA SÖĞÜTLÜ KÖYÜ BALIKLI GÖLÜ EFSANESİ

 

Erzurum Ilıca ilçesi güneyinde ilçeye yakın 5-6 Km. uzaklıkta Söğütlü Köy’ünde Balıklı bir göl vardır.

Bu gölde Anadolu’nun fethi sırasında buradaki Türk Akıncılarının savaşta su içerken arkalarından vurularak şehit oldukları ve Allah tarafından balık oldukları söylenmektedir.

Bir gün, köyden bir adam gölde tuttuğu balıkları eve getirir ve karısına balıkları kızartmasını söyler. Söyler ama bu balıklar balık değil balık gibi görünseler bile her biri Allah tarafından balığa çevrilen şehit akıncılar. Kadın balıkları tavaya koyar ve kızarmaya başladığında, kızaran balıklar tavadan kaybolur. Adam ve karısı gördükleri durum karşısında hayrete düşerler ve kendilerini korkudan dışarıya atarlar ve göle kadar giderler.

Kızartmaya çalıştıkları balıklar sırtları kızarık şekilde gölde yüzmektedirler. O günden sonra bu balıklar kutsal sayılır ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz. Göldeki balıkların her birinin muhtelif yerleri yanık gibidir. Bunun tavadaki kızarıklıktan ileri geldiği söylenir.

 

YENMEYEN BALIKLARIN EFSANESİ

 

Beyşehir Mutlu Köyünün Ilıca çayının kaynağı olan Balıklı Pınar ile ilgili olarak Mutlu Köylülerinin anlattığı bir hikaye vardır.
  Mutlu’nun eski camiinin yanındaki tekkede, bir ermiş karı koca ile iki oğlu yatmakta imişler. Söylendiğine göre be yatır karı kocalar ulu eren kişilermiş.
  Kadın bir gün tandırda ekmek yapmaktayken bileğini sıkan, bakır bileziklerini, “Eğil kavak eğil” diyerek eğilen kavağın dalına takmış. Akşam bunu kocasına anlatınca da kocası cebinden, zıplayıp duran canlı bir balık çıkarmış ve demiş ki, “ Bu balık ben öğleyin Ummanda batan gemiyi kurtarırken cebime girmiş. Demek, Yaradan bu altın renkli balığın köyümde yaşayıp çoğalmasını istiyor.”
  Sonra da bu balığı götürüp şimdi ki balıklı pınara atmış. Ertesi günü bir de bakmışlar ki Ilıca Çayının koca pınarı yüzlerce balıkla dolmuş.
  İşte şimdi Mutlu’nun pırıl pırıl çakıllarla örtülü Balıklı Pınarı’nın altın renkli balıklara o balıklarmış.
  Bu balıklar, o yüzden uğurlu sayılır ki; kim bu balıkları avlar ve yerse kötürüm (özürlü) olur.
  Nitekim birisinin bu balıkları avlayıp yediği ve ardından sakat kaldığı söylenir. O nedenle balıklı Pınarın altın renkli balıklarını Mutlulu Köylüleri yemezler ve avlamazlar, öldürmezler.
  Bu inanıştandır ki, köy halkının yıllardır hiç el sürmedikleri bu balıklar, o güzel pınarı süsleyip dururlar.

YARATILIŞ EFSANESİ

Verbitskiy'in saptamış olduğu yaratılış efsanesinde (aşağıdaki ikinci efsane) balığın dünya ile ilgili simgeselliğine yer verilmiştir. Bu efsaneye göre dünyanın altındaki üç balığın, dünyanın dengesini sağlamada rolü vardır. Burada balığa kutsallık verilmiş ve dünyanın dengede durmasının simgesi olmuştur. Bu özellik eski Hint mitolojisinde de vardır. Balığın burada kullanılması aynı zamanda onun insanın yaratılışının, yaşamın yeniden doğuşunun, bolluk ve bereketin simgesi olmasından ileri gelmiştir. Kimi araştırmacılar göre Kırım Türkleri de benzer biçimde, dünya okyanusunda büyük bir balık bulunduğunu ve balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa olduğunu ileri sürerlerdi.

BALIKLARA CENAZE TÖRENİ

Malatya'ya bağlı Kızıklı köylüleri, köyün ortasında özel olarak hazırladıkları kafeste muhafaza ettikleri balıkları hem kendi elleriyle besliyorlar, hem de ölen bir balık için tören düzenleyerek yakınlarının mezarlarına gömüyorlar. Köylülerin anlattığına göre, ölen balıklar için köyün gençleri bir merasim yapıyor. Sonra ölü balık, yine tören ciddiyetinde, köylülerden birinin yakınının mezarının kenarına defnediliyor. Burada çeşitli balık efsaneleri de var. Köylüler, bu balıkları yakalayarak yiyen insanların muhakkak bir felakete uğradığını, neslinin tükendiğini iddia ediyorlar. Malatya Valisi'nin balıkların ününü duyarak köylerini ziyaret ettiğini belirten köy sakinleri, valinin balıklar için üç gözlü büyük havuz inşa ettirdiğini de ifade ediyorlar.

Köyde evlenen çiftler de önce Balıklı Göl'e koşuyor. Damat, gelin ve tüm düğün alayı davul ve zurnalar eşliğinde gölü ziyaret ediyor, dua edip dilek tutuyorlar. Kızıklı Köyü Muhtarı İbrahim Bozkurt, balıklarının, Şanlıurfa'daki 'Balıklı Göl'dekilere tıpa tıp benzediğini, akraba olabileceklerini de sözlerine ekliyor.

URFA BALIKLI GÖL

(Aynzeliha ve Halil-Ür Rahman Gölleri ) Urfa şehir merkezinin güneybatısında yer alan ve İbrahim Peygamberin ateşe atıldığında düştüğü yer olarak bilinen bu iki göl, kutsal balıkları ve çevrelerindeki tarihi eserler ile Urfa'nın en çok ziyaretçi çeken yerleridir.

İbrahim Peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca, Nemrut tarafından bugünkü kalenin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" emri verilir. Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür. Rivayete göre Nemrut'un kızı Zeliha da İbrahim'e inandığından kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yerde de Aynzeliha Gölü oluşmuştur. Her iki göldeki balıklar halk tarafından kutsal kabul edilerek yenilmemekte ve korunmaktadır. Eski bir rivayete göre, Anadolu toprakları tümü işgal durumuna düşerse bu kutsal balıklar melek asker olup kurtuluş savaşlara katılacak deniliyor. Kutsal balıklara da asker balık denir.

BALIK TANRILARI

Njord - Deniz, rüzgar, balık ve bolluk tanrısı. İskandinav tanrısı

Atargis - Üst kısmı insan alt kısmı balık olan Filistin tanrısı.
Dagon - Üst kısmı insan alt kısmı balık olan Filistin tanrısı.
Ea - Sümerler’in su altındaki bir sarayda yaşayan balık tanrısı.
Fuxi - Erkek ya da kadın başlı, balık kuyruklu Çin’in sürüngen tanrısı.
Oe, Oannes - Sonradan balık tanrısı Dragon’a dönüşen Babil’in gündüz karada, gece suya dönmek zorunda olan balık adamı.
Triton - Belden yukarısı insan gerisi balık olup kabuktan boru çalan denizadamı. Poseidon ve Amfitrit (Amphitrite)’in oğlu.
Vishnu - Vedas’ı Atbaş’dan (Asura Hayagreevan) kurtarmak için balık şeklini alan Hind tanrısı (Mahavişnu=Mahavishnu).

Dagon - Babillilerin balık tanrısı

Chac Uayab Xoc (In Maya mythology) - Bir balık tanrısı ve balıkçıların koruyucu tanrısı.

Ebisu (Japon Balık Tanrısı) - Deniz zenginliklerinin, balıkların ve balıkçıların Tanrısı ve koruyucusu. Bir oltayla balık tutarken resmedilirdi.

Funadama - Denizcileri ve balıkçıları koruduğuna inanılan deniz Tanrıçası.

Hatmehit - Mısır Balık tanrıça

 

Ifran - Balık Tanrısı

 

Büyük Tanrı Zeus'un uzaktan yakını Toranaga'nın balık tutmayı bilen oğullarından 4. Balık Tanrısı Ifran Bir diğer Yunan Tanrısı Apollon ile arkadaşlık ederdi. Ancak Deniz Tanrısı Poseidon Balık Tanrılarını hiç sevmezdi. Kendi bünyesinde barındırdığı balıkların Ifran ve kardeşleri tarafından yakalanmasından hiç hoşlanmazdı.

Ifran'ın kardeşleri Yasharus, Tziyaus, Khalilus bu yüzden Poseidon'un uykuda olduğu dönemlerde balık tutarlar ama utanmaz ve pişkin Tanrı Ifran Poseidon'un gözünün içine baka baka balıkları tutardı.

Poseidon bu durumu defalarca Büyük Tanrı Zeus'a bildirmiş ama bürokrasinin geç işlemesinden dolayı bu durum çözümsüz kalmıştır.

 

 

 

 

Loki ile Kurt Fenris



Birçok İskandinav efsanesinde, Tanrı Loki kimi zaman tanrıların yanında olmuş kimi zaman onlara karşı çıkmıştır. Loki bir anlamda kaostur. Kötülük tarafı daha ağır basan LokiBaldr’ın ölümü ile diğer tanrılar ile Loki arasında amansız bir çatışma başlar.
Tanrıları kendisine tamamen düşman kesildiğini anlayan Loki, özel bir kale yapar.

Dört kapılı olan bu kalenin her kapısı ayrı yöne bakmaktadır. Kurnaz olan Loki bu düşüncesiyle her yönden gelebilecek saldıryı bu planı sayesinde fark edebileceğini düşünmüştür. Kalden çıktığında, tanınmamak için farklı şekillere bürünür. İnsanların dostluğunu kazanıp, günün birinde Odin’ in yerini alabilmek için, insanlara yardım eder ve çeşitli araçlar yapmaya başlar. O zaman kadar bilinmeyen ve insanlığa büyük kolaylık sağlayan balık ağını yapar.

Birgün yine kalesinin kıyısına oturmuş balık ağı örerken, tanrıların yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen balık ağını ateşe atıp yakar. Kendisini yalın balığı biçimine sokar. Tanrılar kaleye vardıklarında ocakta yanan ağ kalıntılarını bulurlar. Bu parçaları hemen taklit ederek devasa bir ağ oluşturular, bu ağ ile Lokiyi yakalayan tanrılar.
Loki’ yi bir mağraya kapatıp, kayalara zincirlerler. Başının üzerinede bir yılan koyarlar. Yılan sürekl, Loki nin başından aşaığıya zehir akıtır. Bu cezanın dünyanın sonuna kadar devam etmesini ve dünyanın son günü yapılıcak tanrılar ile jotunlar arasındaki savaşta Loki’nin jotunlara kumanda etmesini karalaştırılır.

Daha sonra Loki nin oğlu kurt Fenris de yakalanır ancak bu hiç kolay olmaz. Vahşi hayvan biçiminde olan kurt Fenris boynuna vurulan her tasmayı bir çırpıda parçalar. Sonunda iki cüce, son derece yumuşak, ince fakat sağlam bir tasma yapar. Bu tasmayı kedi adımlarının gürültüsünü, kadınların sakalını, dağların köklerini, balıkların nefesini ve kuşların tükürüğünü eriterek meydana getirdikleri ip ile yaparlar. Kedilerin yürürken ses çıkarmayışının, kadınların sakalsız, dağların köksüz oluşunun, balıkların solumayışının, kuşların tükürüğünün olmayışının nedeni budur.

Fenris’e normal yollardan tasmayı geçiremezler. Tanrılar çeşitli oyunlarla, bin dereden su getirip hayvanı kandırmaya çalışırlar ancak başaramazlar. En sonunda Fenris bir şekilde ikna edilir ancak tanrılara güvenmediği söyler ve tasmayı tek bir şart ile takıcağını söyler. Svaşcı ve cesur aynı anda korku bilmez bir tanrı olan Tyr’ın elini ağzının içine koymasını ister. Tanrılar ve Tyr bu isteği kabul eder ve Tyr elini kurt Fenris’in ağzına koyar. Diğer tanrılarda bu arada tasmayı takar. Fenris bu tasmanın diğer tasmalardan olmadığını fark eder, bu tasma ne koar ne kırılır cinstendi. Bunu fark edip deliye dönen Fenris ağzını kapatır ve tek hamle ile Tyr’ın elini koparır. Güçte olsa Tanrılar tarafından, zapt edilen devasa kurt Fenris, önce bir kayaya bağlanır. Ardından dili ile damağı arasına bir kılıç sokup, kurt Fenrisi kazdıkları bir çukurdan yer altına yollarlar. Fenris’te babası ile aynı sona mahkum edilir. O da Loki gibi dünyanın sonuna dek kapalı kalacaktır. Dünyanın sonu geldiğinde yapılıcak savaşta (Ragnarok), Loki’nin yanında tanrılara karşı dövüşmesine izin verilir. Ancak o gün yer altı diyarından çıkabilecektir.

 

BALIK

İsa’nın gelişinden yüzyıllar öne balık Büyük Tanrıça’nın üreme organı ve cinselliği temsil ederdi. Pekçok kişinin Cuma günleri balık yemesinin nedeni Cuma’nın adını Tötonların aşk tanrıçasının adından almasıdır. Adına tanrıça Venüs’ten VENERDİ olarak aldığı İtalya’da da Cuma günleri balık yenir.

Balık tılsımları aynı zamanda kısırlığa karşı koruma olarak kullanılmaktadır. Verimlilikten doğurganlığa, yaşamın yenilenmesine ve genel olarak refaha kadar balık pekçok kültürde yeralmaktadır. Kuzey Afrika’da, Tunus’ta dükkanların önlerinde iri balık tılsımları asılıdır; şans getirmeleri ve cinleri dükkanda uzak tutmaları beklenir.

Batı’da arabaların arkasına asılan balık figürleri, onları şeytandan koruyamasa da, cinsel zevkten yoksun kalmayacaklarını ifade etmektedir.

Doğurganlığı çağırması nedeniyle balık aynı zamanda bereketi de çağırmaktadır.

 

Bilinen en büyük tatlı su balığı hangisidir?

 

Bilinen en büyük tatlı su balığı, Arapaima gigas ‘tır. Bir zamanlar bu balığın 3 metreyi geçen büyüklükte bireylerine de rastlanmıştır. Türün gereğinden fazla avlanmasından dolayı, günümüzde bu büyüklükte bireylere rastlanmamaktadır. Dili yaklaşık 1,5 metre uzunluğunda ve kemiklidir. Bu yüzden, Arapaima gigas, balıkların Osteoglossidae (kemik dilliler) ailesindeki tek türdür. Dilinin sert yüzeyi Amazon yerlileri tarafından odun zımparalamak için kullanılır.
Oldukça hızlı büyür. Genç bireyler, yetişkin erkek bireyler tarafından korunur.
Arapaima gigas Amazon’da yaşar ve hem bu bölgede, hem de çoğu dilde "Pirarucu" diye adlandırılır.


Eski bir Amazon efsanesine göre Pirarucu, Güneybatı Amazon’da bulunan Uaiás adlı bir kabilede yaşayan bir yerliymiş. Kabile şefi olan babası Pindarô’nun çok iyi bir adam olmasına rağmen Pirarucu, çok cesur ama kalpsiz bir savaşçıymış.

Sahip olduğu güçten dolayı kibirlenen Pirarucu, bir gün, babasının komşu kabileyi ziyarete gitmiş olmasından yararlanarak, kendi kabilesindeki insanlara eziyet etmiş ve tanrıları eleştirmiş.
Tanrıların tanrısı Tupã, Pirarucu’yu izlemiş ve yaptıklarına çok kızmış. Onu cezalandırmak için yıldırım ve sel tanrıları olan Polo ve Iururaruaçú’yu çağırmış. Tanrılar nehir kenarında balık tutmakta olan Pirarucu’nun üzerine sel ve yıldırım göndermişler. Tupã’nın nefretiyle kabaran suları ve düşen yıldırımları farkettiği halde Pirarucu, tüm bunları görmezden gelerek gülmüş. Bunun üzerine Tupã, Xandoré’yi, insanlardan nefret eden şeytanı çağırmış. Pirarucu kaçmak istemiş ama af dilemeyi reddettiği için Xandoré kalbine bir yıldırım saplamış.

Pirarucu hala canlı olduğu halde, çevresindeki herkes korku içinde ormanı terk etmiş. Onun bedeni ise nehrin derinliklerinde dev ve karanlık bir balığa dönüşmüş.

Kaynak : Bilim ve Teknik

 

Deniz Tanrısı Glaukos

Yoksul balıkçı Glaukos, kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Tuttuğu balıklarla hem karnını doyuruyor, hem de artanlarını yakın köydekilere vererek bazı gereksinimlerini, takas yöntemiyle gideriyordu…
Zaten o fazla balık avlamazdı. Her gün ağını bir kez denize serper; uzun süre denize yakın bayırlarda gezer dolaşır, sonra da ağını toplamaya gelirdi... Gene bir gün ağdaki balıkları birer birer çıkarıp çimenlerin üstüne atıyordu. Ne var ki balıklar otlara değer değmez, havaya fırlayıp doğruca denize atıyorlardı kendilerini... Glaukos buna pek bir anlam veremedi. Ama çimenlerde bir büyü olabileceğini düşündü. Kendisi de bir tutam ot koparıp yedi. Yemesiyle birlikte o da kendini denize attı; mavi sularla oynaşmaya başladı…
Denizde bir süre yüzdükten sonra çevresini deniz tanrıları sardı. Ve bu tanrılar, yoksul bir balıkçının aralarına karışmasına çok sevindiler. Onun da kendileri gibi ölümsüz olmasını istediler. O yüzden yeryüzünün en gür akan onlarca köpüklü ırmağını çağırıp balıkçı Glaukos’u bir güzel yıkattılar; onu insani günahlarından ve derisindeki ölümlü hücrelerinden arındırıp tanrılaştırdılar... Böylece tanrılaşan Glaukos, anlatılmaz bir hoşluk duydu içinde ve deniz tanrıları arasında uyuyakaldı. Uyandığında saçlarının omuzlarına dek uzadığını, denizin mavisiyle boyandığını gördü. Belden aşağısı da balık bedenine dönüşmüştü. Sevincinden gülümsedi…
Tanrılaşan Glaukos, hep denizlerde geçiriyordu artık günlerini. Gene böyle yüzerekten sahile doğru yanaştığı bir gün, küçük bir koyda güzeller güzeli perikızı Skilla’nın yıkandığını gördü. Onu uzun süre kendini göstermeden gözetledi.
Glaukos ne de olsa artık bir tanrıydı. Üstelik yakışıklıydı; büyüleyen bir çekiciliği vardı...Pekâlâ koya doğru gidip bu başını döndüren perikızı Skilla’ya aşkını açıklayabilirdi!.. Ona doğru yüzmeye başladı. Ne var ki Skilla da kendine doğru gelen bu tanrıdan ürküp bir kayanın tepesine tırmandı. Glaukos da kayaya tutunup tepedeki perikızına bütün içtenliğiyle kendini tanıttı: “Ben deniz tanrısı Glaukos’um. Canavar filan değilim! Seni çok sevdim. Seninle arkadaş olmak istiyorum!..” dedi tatlı tatlı.
Ama perikızı, bu sözlerin sonunu bile dinlemeden kayalardan inip sahile yakın bayırlığa doğru uzaklaşıp gitmeye başladı... Glaukos buna çok içerledi. Ağırına giden, aşkına karşılık bulamaması değil, Skilla’nın onu küçümsemesi, bir yanıt verme gereğini bile duymamasıydı... Ne var ki bu durum onun duyduğu aşkın günden güne daha da yalazlanmasına engel olamadı. Bir gün aşkıyla deli dolu dolanırken, sahilde yediği ve büyü tanrıçası Kirke’nin yetiştirdiği otlar ve oraya yakın sarayı geldi aklına... Onun yanına gidip bir yardım istemeliydi. Çünkü aşk, buyruğu altına aldığı ister tanrı, ister insan olsun, artık onu gönlünce yönlendiriyordu...
Yanına gittiği büyücü Kirke’nin sarayı çok güzeldi. Glaukos onu görünce konuya girdi doğrudan. Güzelliği ve çekiciliğiyle Skilla’nın başını döndürdüğünü, artık denizlerin bile kendisine dar gelmeye başladığını anlatmaya çalıştı dilinin döndüğünce... İçinde yanan anlatamayacağı ateşten söz etti... Ne var ki o bunları söylerken Kirke de Glaukos’un anlatmaya çalıştığı yangınla tutuşmaya başladı... Gerçi bir süre önce alçakgönüllülüğünü çok beğendiği Glaukos yoksul bir balıkçıyken, ona yedirdiği otlarla tanrılaştırmıştı. Üstelik kendisi de sıradan bir büyücü değildi... Güneş tanrısı Helyos’un kızıydı! Onun parlaklığı, onu gören herkesi büyülerdi. Ama şu anda kendisi, Glaukos’ un büyüsüne kapılmıştı…
“Gel Glaukos,” dedi Kirke. “Gel beni dinle! Skilla’ya karşı bu sevgini anlıyorum. Ama seni küçümseyen birini de buncasına alçalıp sevemezsin. Gel, ben sana pırıl pırıl aşkımı vereyim. Bundan böyle de hep birlikte olalım...” Ne var ki Glaukos’un gönlü ve beyni Skilla’daydı hep. Ondan başkasını görmüyordu hiç gözleri...
“Denizler kuruyup çöl olsa bile ben Skilla’dan vazgeçemem!” gibi bir şeyler mırıldandı Glaukos...
Bu kez de Glaukos’un bu şekildeki küçültücü sözleri tanrıça Kirke’yi çileden çıkardı... Bir süre öfkesini yatıştırmaya çalıştıysa da bütün bu olayların Skilla’dan kaynaklandığını düşünerek kin ve öfkesini ona doğru yönlendirdi. Gidip bir kova büyülü su hazırladı ve onu Skilla’nın her gün tek başına yıkandığı koydaki küçük mağaramsı gölüne döküp geldi...
Her sabah bu mağara gölüne yıkanmaya gelen güzel Skilla, suya girer girmez korkunç köpek ulumaları ve yılan çığlıkları duymaya başladı. Hemen gölden kaçıp kurtulmak istedi. Ne var ki bütün bu uluma ve çığlıkların, bedenini kaplayan yılan ve yırtıcı köpek kafalarından çıktığını gördü. Deliye dönen güzel Skilla, oradaki bir büyük kayaya yapıştı. Ve artık oralardan gelip geçen denizcileri öldüren bir canavara dönüştü...
Bir gün gene kendisine aşkla sokulan Gaukos’u da, bir tanrı olmasına karşın parçaladı...
Yaşar Atan

DENİZLER TANRISI NEPTÜN, BALIK BURCUNU YÖNETİR. NEPTÜN, YARATICILIĞI İLE DOKUNDUĞU HER ŞEYİ GÜZELLEŞTİRİR. DUYGUSAL VE İDEALİSTTİR. AMA AYNI ZAMANDA DİKKATSİZ VE YAPMACIK DA OLABİLİR.

 

Aşk Tanrısı Cupido BABİL’DE

 

Babilliler Balık burcuna “kuyruklar” anlamında olan, “kun” derlerdi. Bu isim, Tanrıça Anunitum ve Simmah’ın yönettiği, Tigris ve Euphrates nehirlerde yaşayan iki balığın kuyruğuyla ilişkilendirilmişti.

 

Aşk Tanrısı Cupido, yaramaz bir çocuk edasıyla, olmadık kişileri birbirine aşık eden tılsımlı okuyla dolaşır...

Yunan mitolojisinin Aşk Tanrıları Aphrodite ve Eros’un maceraları, Roma mitlerinde Venüs ve Cupido etrafında döner. Venüs Aşk Tanrıçası’dır. Tüm yaşayan canlıların içinde sevgi kıvılcımları açarak, birbirlerine aşık olmalarını sağlar, aynı zamanda insanlara sevgisiyle yaşam gücü aşılar. Oğlu Cupido, görgüsüzlüğü ile tanınan kaba Tanrı Vulkan’dan olan çocuğudur. Cupido, tabiattaki elementleri kullanarak yaşamı daha iyi şekle sokmak ve geliştirmekle uğraşır.

Cupido ve Venüs, dünya için hemen hemen aynı görevi üstlenmişlerdir: Yaşamı canlandırmak ve tüm canlıların hayata bağlılıklarını artırmak. Cupido, neşeli ve çocuksu tabiatıyla insanlara ve ölümsüz tanrılara aşk virüsünü aşılar ve bunu bir oyun olarak algılar. Cupido, bütün gün aşkı aşılamak için, ucunda ateş yaktığı tılsımlı ok ve yayıyla dolaşır. Bazen öyle kimseleri birbirine aşık eder ki, ortalık birdenbire karışır; bu oku fırlattığı kişiler büyük bir tutkuyla aşk ateşini içlerinde hissetmeye başlarlardı.

Bir gün, Venüs ve Cupido, birlikte dolaşırlarken, kızgın Tanrı Typhon ile karşılaşırlar. Ondan kaçmak için kendilerini hemen balığa dönüştürürler. Ve anne, oğul zıt yönlere doğru yüzerek kaçmaya başlarlar. Tanrı Zeus bu mitin hatırlanması için o anda yükselen yıldızlara Balık takımyıldızı adını takar. Tanrılar anne ve oğlun bir daha birbirinden ayrılmaması için, balıkların kuyruklarını bağlarlar.

Venüs ve Cupido’nun karakterleri ve yaşam şeklinden dolayı Balık burcunda doğanlar bu mitle özleştirilmiştir. Balıklar, yaratıcıdırlar, yaşamlarını sevgiye adayabilirler, çoğunlukla gizleseler de, ihtiraslı bir cinsel yaşamları olduğu bilinir. Aynı zamanda başları sıkıştığında, Cupido ve Venüs gibi sadece kendilerini düşünüp kaçabilirler.

"Dünyanın Damı"nda Balıkçı Köyü

 

    "Dünyanın Damı" olarak adlandırılan Qinghai-Tibet Yaylası'nda yer alan Tibet

Özerk Bölgesi'nin merkezi Lasa'nın banliyösünde Junba adlı küçük bir köy var. Lasa Nehri'nin aşağı kesiminin doğu yakasında, Yaluzangbu Nehri'yle kesiştiği bir noktada yer alan Junba Köyü, çevresindeki sayısız gölle eşsiz güzellikte bir doğaya sahip. Burası, Tibet'teki biricik balıkçı köyü. Yaklaşık 300 yıldır balıkçılıkla geçinen Junba sakinlerinin sığır derisinden ince işçilikle yapılan kayıkları, Tibet'teki balıkçılık kültürünün tek temsilcisi olma özelliğini taşıyor.

Su kaynaklarının az olması ve balık yeme alışkanlığının bulunmaması nedeniyle Tibetlilerin tamamına yakını, balıkçılıkla hiç uğraşmıyor. Bunun bir tek istisnası, Junba Köyü oldu. Tibet Özerk Bölgesi Sosyal Bilimler Akademisi'nde görev yapan Tibetli araştırmacılardan Çunda, bu konuda şu bilgileri verdi::

    "Tibetliler genel olarak balık yemez. Ancak bunun istisnaları da vardır. Tarihî kayıtlara baktığımızda, Tibet'in bazı bölgelerinde, özellikle nehirlerin kıyısındaki köylerde, çok eskiden balık yiyenler olduğunu görüyoruz. Junba Köyü, bu geleneği sürdüren tek köydür. Buna karşın bölge ekonomisinin gelişmesi, özellikle dış temasların gün geçtikçe yoğunlaşmasıyla Tibetliler, başka yörelerdeki insanların yaşam tarzından da yavaş yavaş etkilenmeye başladı."

    Tibetlilerin balık yememe âdeti, Budizm kültürünün etkisinden kaynaklanmış. Gölleri kutsal sayan Tibetliler, gölde yıkanmayı ve gölden balık avlayıp yemeyi günah sayıyor. Junba Köyü sakinlerinin balıkçılıkla uğraşması ise, "gök tanrısı"ndan izin aldıklarına inandıkları içinmiş! Junba Köyü eski muhtarı Sonan, bununla ilgili şöyle bir rivayeti anlattı:

    "Atalarımızdan kalma bir rivayete göre, buradaki nehirdeki balıklar nehrin barındıramayacağı kadar çok hızlı üremiş. Yeni yaşam alanı bulmak için çok sayıda balık, kanatlanarak göğe uçmuş. Ama zamanla kanatlı balıkların sayısı da çoğalarak güneşi ve ayı engellemeye başlamış. Yer yüzündeki canlılar, güneş ve ayı görmediği için ölmeye başlamış. Bu durum karşısında Gök Tanrısı, Junbalıların balık avlama ve yemesine izin vermiş, bunu günah olarak saymamış. Junbalıların balık avlamaya ve yemeye başlamasıyla balık sayısı dengeye oturmuş ve yeryüzü yeniden hayat kazanmış."

    Yaluzangbu ve Lasa nehirlerinin kesiştiği noktada yer alan Junba Köyü, zengin balık kaynaklarına sahip. Üstelik buradaki balıklar, son derece lezzetli. Junbalılar da zamanla birçok balık yemeği icat etmiş. Köy muhtarı Bacu, şöyle konuştu:

    "Balık yemeklerimizin çeşitleri çok fazla. Haşlama, kızartma ve buharda pişme, en çok kullandığımız pişme tarzlarıdır. "

    Junba Köyü'ndeki yaşam, üretim ve hatta eğlence, tümüyle balıkçılığa dayalı. Buradaki her evin önünde sığır derisinden balıkçı kayıkları görmek mümkün. Eskiden karayolları olmadığı için balıkçı kayıkları, aynı zamanda köy sakinlerinin başlıca ulaşım aracıydı. Bugün ise bu kayıklar, "Kayık dansı"nın dekoru olarak da kullanılıyor. Tibetlilerin geleneksel "Yak Dansı"ndan türeyen Kayık Dansı, Tibet Takvimi'ne göre yılın üçüncü ayında kutlanan "Balıkçı Bayramı"nın vazgeçilmez unsuru. Balıkçılık mevsiminin açılışını simgeleyen bu dans, bugün köy sakinlerinin en önemli eğlencesi haline de gelerek, yalnız Balıkçı Bayramı'nda değil, boş zamanlarda da oynanıyor. Kayık Dansı, yöreye gelen turistlerin ilgisini çeken geleneksel gösterilerin başında geliyor.

    Balıkçılığın yanı sıra, Junba Köyü'ndeki deri işleme sektörü de oldukça gelişmiş. Köy sakinlerinin hünerli ellerinden çıkan minyatür deri kayıklar, sırt çantaları ve çay torbaları, Tibetlilere özgü gelenek ve göreneklerin birer temsilcisi durumunda. Oldukça ucuza satılan bu el sanatı eşyaları, yöreye gelen yerli ve yabancı turistlerden büyük rağbet görüyor.

    Junba Köyü, Çin'in güneybatısında yer alan Tibet Özerk Bölgesi'nin merkezi Lasa'nın yaklaşık 50 kilometre uzaklığında yer alıyor. Başkent Beijing veya ülkenin diğer büyük şehirlerden uçak veya trenle Lasa'ya gittikten sonra gezi otobüsleriyle köye rahatlıkla gidilebilir. Junba Köyü'nde balık yemenin mevsimi ilkbahar. Yerliler arasında yaygın olan "Bahar balıkları, kralı bile özendirir" sözü, ilkbahardaki balıkların lezzetini ortaya koyuyor.

http://turkish.cri.cn/281/2008/01/18/1@86870.htm

Yahudilerin, Allah’ın Yasağına Karşı Hile Yapması:

Büyük Balıklar Yahudileri Baştan Çıkarıyor:
Yüce Allah, kasabanın yahudi halkını sınamış ve cumartesi günü balık avlamalarını yasaklamıştır. Bu konuda ' Yasaklan çiğnedikleri için onları bu şekilde sınıyoruz" demektedir.
Yüce Allah buyuruyor: "Cumartesi günleri balıkları sürülerle geliyor, ama diğer günler gelmiyor". Bu âyette üç tane sınav bulunmaktadır:
a- Cumartesi günü avlanmalarının yasaklanması.
b- Suyun üstünde kuyruklar oluşturup onları teşvik ve tahrik edecek şekilde balıkların cumartesi günü yahudilere sürülerle gelmesi.
c- Diğer günlerde balıkların gelmemesi ve avlanmak için gittiklerinde balıkların gizlenmesi.
Av günlerinde balıkların gizlenmesi ve saklanması doğal ve mantıklı bir şeydir.Çünkü balıklar kendilerini avcılara nasıl teslim eder ve onlara nasıl yem olur?
Ama cumartesi günleri kuyruklar halinde sürülerle gelmesi asıl İmtihanın kendisidir. Başka günlerde balıkları
arıyorlar, fakat bulamıyorlar. Ama avlanmalarını tahrik etmek ve ele geçirmelerini teşvik etmek için cumartesi günleri sürülerle geliyor. Cumartesi günleri onlara gliyor ve avlamalarını teşvik ediyor, önlerine geliyor, neredeyse kucaklarına atılıyor, arzularını kışkırtarak baştan çıkarmaya çalışıyor.
Fakat bu teşvik ve tahrik karşısında şehvetperestler dayanabilecekler mi? iradeleri bu şidetli arzulara karşı direnebilecek midir?
Büyük balıkların sürülerle gelip kışkırtması karşısında kasaba halkından bir grup yahudi dayanamamış, Allahın yasağına karşı hile yapmış ve avlanmaları yasaklanan günde balıkları avlamışlardır.
Kimi tefsirciler, israiliyattan alınan ve yahudilerin bu hilelerinin ayrıntılarını anlatan bilgiler vererek şöyle der: "Yahudilerden hile yapanlar deniz kıyısında havuzlar ve çukurlar kazmışlar, deniz kıyılara vurduğunda (med) havuzlan ve çukurları su doldurmuş, böylece balıklar bunlara düşmüş, içe çekildiği (cezir) zaman da su ve balıklar havuzlarda ve çukurlarda kalmış, pazar günü olunca gelip havuzlara ve çukurlara dolan balıkları toplamışlar, böylece Allahm yasağına uyup cumartesi günü avlanmadıklarını, onları sadece pazar günü avladıklarını söylemişler."

 

 

 

www.fishingturk.com